Dienstag, 18. März 2008

Adalet Bakanlığı'na ve Adalet Bkanlığı Aracılığıyla TBMM Meclis İnsan Hakları Araştırma Komisyonuna

***Mehmet Bakır Tekirdağ Kapalı Cezaevi'nde tutuklu bulunduğu süreçte hapishane koşulları ve dava süreciyle ilgili olarak Adalet Bakanlığı'na aşağıdaki yazıyı göndermiştir.
TC ADALET BAKANLIĞI’NA
VE ADALET BAKANLIĞI ARACILIĞIYLA
TBMM MECLİS İNSAN HAKLARI ARAŞTIRMA KOMİSYONUNA
-ANKARA-

KONU: Hapishane koşulları hakkında bilgi ve sevkim hakkında



2002’nin 9 Temmuz’unda İzmir’de polisin göz altısıyla 4 gün İzmir TEM’de polisin psikolojik ve fiziki işkenceli sorgusunu yaşadım. Almanya’dan gelmiştim. Polis, Mehmet DESDE (Alman vatandaşıdır) ile birlikte otel sahibinin aracıyla giderken bizi durdurdu. Üzerimizde ve araçta suç teşkil edecek herhangi bir bulgu yoktu, ki bu tutanakta da sabittir. Suç teşkil edecek bir eylem, bir suçüstü de yoktu.Benim hakkımda sadece iradi kanaate dayanarak işkenceli sorgu ve suçlamalarda bulunuldu. Suçlamaları kabul etmedim. Polisin düzenlediği fezlekede “ susma hakkı”nı kullandığım yazılmakla birlikte bunun “örgüt tavrı” olduğu suçlamasıyla hukuk dışı, kanun dışı davranılmıştır.
“Kod isim” kullandığım iddia edilmiş fezlekede ve fakat kod isim kullanmamın sebebi yoktur.Avukat isteme ve aileme haber verme hakkım alaycı bir şekilde reddedilmiş ve “burası karakol değil” denmiştir, küfür ve hakaret edilmiştir.

13 Temmuz 2002’de çıkarıldığım nöbetçi Sulh Ceza Hakimliği’nce serbest bırakıldım. 15 Temmuz Pazartesi günü savcılığın itirazı üzerine hakkımda uyduruk sebepten yeniden tutuklama kararı çıkarılmıştır.Tatilimi bu halde bitirip 2 Ağustos 2002 günü İstanbul Atatürk Havalimanı’ndan Berlin’e uçmak üzere pasaport kontrolüne gittiğimde hakkımdaki tutuklama kararı nedeniyle bir gece Vatan Caddesi TEM nezarethanesinde geçirdim. Ertesi gün Beşiktaş DGM savcılığına çıkarıldım. İzmir’e sevk edilmek üzere Bayrampaşa Özel Tip Cezaevi’ne kondum. Bayrampaşa’da konduğum yer “karantina” denen tecrit hücrelerinin bulunduğu, her türlü sağlıklı ve insani koşullardan uzak bir hücreydi ve bir haftaya yakın süre burada tutuldum.
Cezaevine konduğumda hangi tutuklu hak ve yükümlülerinin olduğunu söylemediler. Sözlü talebimiyse “sana söylerler” şeklinde geçiştirdiler. Bir dilekçe yazıp yapılan uygulamanın insan haklarına ve imzalanan uluslar arası sözleşmelere aykırı olduğunu yazıp, yan hücrelerde bulunan diğer dört tutuklu da imzalayınca göstermelik olarak ihtiyaçlarımız karşılandı. Ondan sonra günde 2 saati geçmemek üzere havalandırmaya çıkarılabildik. Sonraki günlerden birinde sağlık nedenleriyle geçici olarak diğer hapishanelerden getirilen tutuklu ve hükümlülerin konduğu bir siyasi koğuşa sevk edildiğim tarih olan 16 Ağustos’a kadar orada tutuldum.
16 Ağustos 2002’de davanın görüldüğü İzmir Kırıklar F Tipi Cezaevine sevk edilmek üzere yola çıkarıldım. Ring aracındaki bölmede oturacak yer 6 kişilik olmasına rağmen, ikişer olarak birbirimize kelepçeli halde 9 kişi bindirildik. 6 kişi otururken ikişer olarak kelepçeli halde diğer üç kişi ayakta veya kıvranarak oturmak zorunda kalarak 1500 km yolculuk yaptık. İstanbul içi cezaevleri, Aksaray/ Karaman’a giden yol güzergahındaki cezaevleri, Aksaray/ Karaman dönüşünde de İzmir yol güzergahı ve çevresindeki yaklaşık 13 kadar cezaevine dur durak yaptıktan sonra, son olarak Kırıklar F Tipi cezaevine 18 Ağustos’ta, yani 3. günde varabildim.
Bu nakil sırasında kelepçeden dolayı kolumda yara izi oluştu. Ayakta kaldığım sırada ring aracının fren yapışı ve viraj alışı sırasında tutunacak yer olamamasıyla da sağ taraftan sırtımın kapı kilidine çarpma sonucunda yaralanmıştı. Oturak bölgem ve bacaklarımda pişikler oluşmuştu. 3 gün boyunca bir iki kez, o da yoğun ısrarlar sonucu, tuvalete götürüldük ama kelepçeler açılmadan. F Tipine geldiğimde “darp edildin mi?” diye sorulmakla yetinildi, şikayetlerim kayıtlara geçmedi.

Yapılan bu muameleleri ilk duruşmada dile getirdiysem de mahkeme heyeti incelemeye almadı. Tahliye olduktan sonra TİHV İstanbul şubesinde psikolojik tedavide poliste gördüğüm muamelenin tanısı kondu. TEM’deki işkenceci polisler, Bayrampaşa Cezaevindeki durumum ve nakil sırasında yaşadıklarımı şikayet konusu yaptım. İşkenceciler hakkında Emniyet’in görevlendirdiği müfettişlere de olayı anlattım. Sonuç: “ işkence ve kötü muameleye sıfır tolerans” sözlerinin bir anlam taşımadığını, soruşturmaların “delil” yetersizliği vb. bahanelerle soruşturmalar kapatıldı. Soruşturma sonuçları avukatlarıma bildirilmedi.

“Terör” adına yargılanan benim, devlet terörü sonucu yaşadıklarımı ben biliyorum. 2002 yılında peş peşe çıkarılan AB Uyum Paketlerinin ve duruşmalar sırasında çıkmaya devam eden AB Uyum Paketlerinin nasıl dikkate alınmadan, adil olmayan sorgu ve yargılama yapıldığına dair ilgili konularda şahsım ve avukatım adına, dava savunma belgelerinde yer almaktadır. Kanunların nasıl kağıt üzerinde kaldığını, polisin, söz konusu, Bayrampaşa Özel Tip Cezaevinin ve mahkeme heyetinin bu kanunları tanımama ve uygulamama konusunda nasıl kararlı olduklarını gördüm ve bunları ilgili makamlara da bildirdim. Sonuç ortada. Bu durum hala bugün, şu anda bulunduğum Tekirdağ Kapalı Cezaevinde de sürüyor. Bu konuya ilerde değineceğim.

Hakkımdaki Davanın Esasına İlişkin:

İzmir DGM ( daha sonraki isim değişikliğiyle ve aynı heyetle 8. Ağır Ceza Mahkemesi) verdiği karar hukukla bağdaşan karar verildi. Öyle ki, ilk verdiği karar, savunmamız dahi alınmadan (toplam 8 kişi) 21 yıl önce kurulmuş BP/KK-T örgütünü yeni kurmuşuz gibi ceza vermekte bir sakınca görmedi. Mahkeme bunu bilerek yaptı. Bu bariz kararın Yargıtay’dan bozulacağını bile bile verdi. Ve öyle de oldu. Mahkeme bu yolla sürünmemizi istemişti.
Dava yeniden görüldü. Değişen uyum yasaları ve T.M Kanunundaki terör tanımı ve yeniden yargılandığımız 3713’ün 7/2 maddesindeki lehe uygulanması gereken değişiklikler de tekrardan dikkate alınmadı. Oysa aynı mahkeme, bizimle ilgili nihai kararını vermeden ve verdikten sonra başka benzer örgüt davalarında uyum yasalarına göre davrandığını belgeleriyle iddia etsek de, sonuçta 5 kişiye “örgüt üyeliği”nden 30 ay hapis cezası, 1,666 YTL para cezası verdi.

Yerel mahkemenin savcısı, soruşturmayı başlatan ve iddianameyi hazırlayan DGM (8. Ağır Ceza Savcısı) davanın düşmesi/ beraat istemesine rağmen mahkeme heyeti ceza verdi.
Yargıtay’a tekrar giden dosya, Yargıtay Savcısı’nın da aynı temelde istemde bulunmasına rağmen, Yargıtay 9. Ceza Dairesi verilen cezayı onadı. Başka usul ve yetki yanlışları da yapıldı ancak bunlara burada değinmeyeceğim. Tüm bu hukuksuzluğun sebebi anlaşılmaz olarak kalmıştır. Ortada şiddet/terör eylemi yoktur, ispat da edilmemiştir. Hukukun ceza vermemesi gerekirdi, skandal sayılabilecek şekilde hukuk çiğnenerek ceza verildi. Sanıkların hiç biri suçlamaları, örgütle bağlantı iddialarını kabul etmemiştir. Hatta mahkeme sanıkların iyi halinden cezada indirim de yapmıştı. Neden yine de bu kararın verildiği bir hukuk muammasıdır.
Yapılan yargılama uluslar arası gözlemcilerin de şahit olduğu ve hukuksuzluğu dile getirdikleri kamuoyuna yansımıştır. Alman Konsolosluğu ve Büyük Elçisi de bu duruşmaları yakından izlemiş, duruşmalara katılmıştır.

Yerel mahkemenin verdiği karar ve Yargıtay’ın kararı onaması yabancı basın/yayında ve Türkiye basınında geniş yankı uyandırmış ve devam etmektedir.
Uluslar arası Af Örgütü, gazeteci olarak üyesi bulunduğum Alman IG-Medien’in çatı kuruluşu 5 milyon üyeli Verdi sendikası, TİHV ve bir çok başka kuruluş, inisiyatif davayı ve haksız yargılamayı gündemlerine almışlar, açıklama ve protestolarda bulunmuşlardır. Tüm bunlar ilgili T.C Devleti makamlarına ulaşmıştır. “Yargıya müdahale edemeyiz. Biz de yargı bağımsızdır” açıklamalarıyla bu hukuksuzluğa onay veren açıklamalar yapılmıştır ister istemez. Yargı kararları eleştirilmez, tartışılmaz değildir.
Uluslar arası Af Örgütü Merkezi Londra davayı incelemiş ve davada yargılanıp ceza alan beni ve diğer sanıkları “düşünce suçlusu” kurbanı kapsamında değerlendirerek geniş bir rapor yayınlamıştır 2006’da. Aynı kuruluş “Acil Eylem” çağrısı yaparak ilgili mercilere binlerce faks çekilmiştir.

İç hukuk yolları tüketildiği ve olumlu bir gelişme kaydedilmediği için dava; işkence ve adil olmayan yargılama boyutlarıyla AİHM’e taşınmıştır.
Eskinin devamını savunan statükocu, AB uyum yasalarına özde karşı olan, aslında demokratikleşme yönünde atılan adımları, kanunları görmezden gelip tersini yapmaya cüret eden polis, hakim ve savcılar ideolojik kararlarını vermeyi sürdürüyorlar. Hükümetin ve Parlamentonun, Anayasa Mahkemesi’nin tersine uygulamaları hala sürmektedir. Kasım 2007’de basına yansıyan TESEV’in 51 hakim ve savcıyla yaptığı anketin sonuçları bilinmektedir. 26 savcı ve hakimin “söz konusu olan devlet ise” insan haklarının dikkate alınmadığını, almayacaklarını beyan etmeleri durumun vahametini göstermektedir.Hukuk ve adaleti uygulamakla mükellef bu yetkililerin “birey hak ve özgürlükleri”nin her şeyden önce geldiğini, devletin bireyin hak ve özgürlüklerini korumak ve sağlamakla mükellef olduğu batı tipi devletlerin kabul ettiği ve TC Devletinin de imzaladığı yalın gerçeği nasıl devlet despotizmi yönünde kullandıklarını, kullanmak istediklerini göstermektedir.

Benim de yargılandığım davada tam da bu mantıkla hareket edilmiştir. Yerel mahkemenin gerekçeli kararının biçimi ve temeli hukuktan uzak olmuştur. Daha çok, olaya yorum katan, ideolojik yaklaşan bir gazetecinin makalesine benzemiştir. Ben ve diğer sanıklar her ne kadar şiddet, terör eyleminde bulunup savunmasa da diyor gerekçeli karar, bunlar komünisttir; Komünistler ne yapar? Var olan devleti yıkmak isterler. Bugün olmasa yarın, belirsiz gelecekte yapacaklardır. Devlet bu gibi kimselere karşı kendisini korumalıdır ve benzeri değerlendirmeye dayandırmış, “ manevi cebir” yakıştırmasında bulunmuştur. Bunun hukukla alakası, delille alakası olmadığını söylemeye gerek dahi yoktur. Bu şekilde verilen karar Nasrettin Hoca’nın testi fıkrasını hatırlatmaktadır.

İlk defa bir yasal sosyalist gazete alıp okuyan bir kişi örgüte yardım yataklıktan cezalandırılmıştır. Polis sorgu aşamasının sonunda “ senin hakkında elimizde bir bilgi yok ancak senin bu işlerle alakanın olduğunu düşünüyoruz” demiş ve mahkeme kararı da buna uygun verilmiştir. “Kanaat” denen peşin hüküm delil, eylem vb. istemesine gerek bırakmamıştır.

Yargıtay’ın karar onaması sonrası süreç

Dava süresi boyunca tüm sanıklar ve ben duruşmalara katıldık. Yurt dışına kaçmak gibi bir düşüncede olmadım. Tersine verilen kararın ve yargılamanın hukuk kurallarına uymadığını söyleyerek, insan hakları ve demokrasi mücadelesi davası haline getirmek istedim.
Verilen hapis cezasını yerine getirme kararlılığım bu temelde sürüyor, sürdü. Yargıtay 25 Aralık 2006’da kararı onadığını şifahen öğrendikten sonra, yani şubat 2007’den bu yana tebligatın gelmesini bekledim. Hapis yatacağım cezaevinin neresi olacağını belirlemeye ve insan hakları mücadelesini dile getirmeye çalıştım.

On gün içinde adresime ulaşacağı bildirilen tebligatın gelmesi on ay kadar sürdü. Aralık 2007’de şahsen Edirne İnfaz Savcılığına giderek siyasi tutuklu ve hükümlülerin bulunduğu F Tipi cezaevine alınırım diye düşünerek başvurdum. F tipine ancak Adalet Bakanlığı onayıyla olacağını öğrendik ve tekrar İstanbul’a döndük. F Tipine alınmayacağım düşüncesiyle İstanbul’a yakın olan ve orada gazetecilerin de tutulduğu bilgisine Kırklareli’nin Saray ilçesinin cezaevine alınmak üzere oranın İnfaz Savcılığı’na gittim. Saray cezaevinin dolu olduğunu ve zaten siyasi tutuklu bulunmadığını, benim konacağım yer olmadığını, asıl ilgilenen savcının da izinde olduğu söylendi.Aynı savcı Tekirdağ Cezaevi Savcısı’nı arayarak beni Tekirdağ F Tipi’ne verip vermeyeceğini sordu. Telefonda verilen cevap üzerine ertesi gün olan Çarşamba 19 aralık 2007 saat 09.00 için Tekirdağ’a gitmek üzere randevu aldık.

Belirlenen gün ve saatte Cezaevi Savcısı Metin Arda ile görüştük ve beklememizi söyledi. Üç saat kadar bekledikten sonra öğlen oldu. Saat 14.00 gibi bana herhangi bir açıklama yapmadan polis nezaretinde Tekirdağ Kapalı Cezaevine getirildim. Adalet Bakanlığı’ndan gelecek onaya kadar burada geçici olarak tutulacaktım.

Tekirdağ Kapalı Cezaevi’ndeki Durum

Tekirdağ Kapalı Cezaevi’ne konuş biçimim ve burada yaşadıklarım (diğer tutuklu ve hükümlülerle birlikte) insan haklarına aykırıdır.
Buradaki koşullar ve yapılan muamele hak ihlallerine dayalıdır.Burada tek siyasi tutuklu benim ve çeşitli suçlamalar nedeniyle burada bulunan hükümlü ve tutukluların bulunduğu “Tecrit”teyim.

Eski Adalet Bakanı ve hükümet sözcüsü Cemil Çiçek bundan bir süre önce cezaevleri sorununa dikkat çekerek “Cezaevleri yargı organlarının verdiği cezaların çekildiği yerlerdir. Cezaevlerinde bu cezanın dışında ayrıca cezalandırılan yerler değildir” şeklinde bir açıklama yapmış ve hatta bir genelge yayınlamıştı.

Cemil Çiçek’in bu açıklamasının Tekirdağ Kapalı Cezaevi için geçerli olmadığının canlı tanığıyım, yaşayanıyım. Buradaki hiçbir tutuklu ve hükümlü Cemil Çiçek’in yaptığı bu açıklama ertesinde herhangi olumlu bir gelişme yaşamadıklarını söylüyorlar.
Bir gazeteci olarak buradaki gerçek durumu görüp yaşamanın bir mesleki şans mı, kişisel şanssızlık mı olduğu nereden bakıldığına göre değişir düşüncesindeyim. Ne olursa olsun, gördüklerimi ve yaşadıklarımı sineye çekmeyeceğim.

Hakkımda ilk dava açılmıştı ve fakat defalarca aynı dava nedeniyle eziyet üstüne eziyet çektim. Altı aylık tutukluluk sonrası tahliye edildiğimde de sürdü. İzmir Tem polisi, kasten ve bilerek GBT’ye mahkemenin tahliye kararını tersine çevirerek 21.01.2003’teki tahliye kararını tutuklama kararıymış gibi koymuştu. İstanbul-Bakırköy’de Pasaport Bürosu’nda pasaportumun süresini uzatmaya giderken göz altına alınıyorum. Bunu düzeltmenin zorluğunu anlatmaya gerek var mı? Mahkeme kararı istenecek, doğruysa GBT’den yakalama kalkacak! Bakırköy ya da Vatan TEM de yapmıyor. İzmir TEM’e gitmek ve oradan kaldırmak gerekiyordu. Öyle de yapmak zorunda kaldım.

1990’da yaptığım bedelli askerliğimin üzerinden 17 yıl geçmişti. Borcum da kalmamıştı. Pasaportumda da “askerlikle ilişkisi ve borcu yoktur” kaşesi bulunuyordu. 17 yıl sonra GBT’de paranın tamamını ödemediğim, borcum olduğu gerekçesiyle yakalama konmuştu ve yine gözaltı yaşadım. Almanya’daki adresime herhangi bir yazı göndermeden, talep etmeden yakalama çıkarmak oldukça kolaymış. Dava nedeniyle pasaport bürosunda el konan pasaportumdan askerlikle ilgili sayfanın fotokopisini dahi alamadım. Almanya ve Ankara Merkez Bankası’ndan ödediğim makbuzları zar zor temin ettim ve GBt’deki yakalama kalktı. Bu kadar tesadüf olamasa gerek!

Yargılandığım davadan dolayı doğrudan iki kez polisçe göz altına alındım. İki defa da yukarıdaki uydurma sebeplerden dört ayrı cezaevinde ayrı ayrı işkenceden farkı olmayan eziyet çektim. Bu durum hala sürüyor, Tekirdağ Kapalı Cezaevinde sürüyor. Muhtemelen sevk edileceğim hapishanede de devam edecek.
Yani verilen hapis cezasını yatmak istememiz yetmiyor. Bir güzel eziyet çekmek sistemin buyurduğu vazgeçilmez kuraldır.

Cezaevi savcısına, Cezaevi idaresine verilen yetkileri, yetkilerin kötüye kullanımı veya Adalet Bakanlığı’nın onayını gerektiren yetkiler bir tutuklunun veya hükümlünün eziyet çekmesi, kötü muamele görmesi, kötü koşullarda kalması yönünde ve aleyhinde kullanılamaz. Yaşadığım kötü durum tam tersidir. Bu haksızlık için şikayet edeceğim merci hangisidir, bu sorumluluğu kim üstlenecek? Bu duruma koyanlar, buna yol açanların yargılanıp hapse girmesi gerekmiyor mu? Yaşadıklarım ceza içinde ceza değil de nedir? En azından yüklü bir tazminat ödemek gerekmez mi?Kanunlar nezdinde suçlu bile olsa ( ki ben değilim) insani olmayan, (hayvanlara da yapılmaması gereken) eziyetin yapılmaması gerekir.

Somut Olarak Tekirdağ Kapalı Cezaevi’nde Yaşadıklarım Şunlardır:

1- Buraya konduğumda Adalet Bakanlığı’nın çıkardığı ve tutuklu/ hükümlülere verilmesi gereken broşür bana verilmedi. Ayrıca hiçbir tutukluya/hükümlüye verilmiş değildir burada. İnsanlar ( deyim yerindeyse) koyun gibi güdülüyor. Cezaevi yöneticileri lütfedip söylüyor, tutuklu ve hükümlülerin de koşulsuz olarak söyleneni yapması öngörülüyor. Hiç kimseye sözlü olarak da hakları ve yükümlülükleri sözlü olarak anlatılmış değildir, bana anlatılmadığı gibi.

2- Kendi isteğimle verilen cezayı yatmaya geldiğim halde, bana eşlik eden akrabalarımla vedalaşmama izin verilmedi. Apar topar içeri alındım.

3- Siyasi tek kişi yokken, adli tutuklularla bir alışverişim olmayacağından hareketle iç çamaşırları da dahil (itirazıma rağmen) çırılçıplak soyunmamın anlamı nedir?
Bunu yapan bildiğim bir askerdir ve itirazıma rağmen yapmıştır.

4- 19 Aralık’tan (2007) bu yana Tecrit Koğuşu’na kondum. Burası artık kalıcı koğuşa dönüştürülmüştür. Haftalar ve aylardır bu koğuşta kalanlar vardır. Ayrıca her gün en az 4-5 kişi gelip gidiyor. 14 kişilik ranzalı yatak, 3 de portatif yatak vardır. Kaldığım bu süre zarfında geceleyen insan sayısı 25’e kadar çıktı. Daha önce 37 kişiye çıktığı olmuş. Tecrit yaklaşık 30 m2 alana sahiptir. Ranzalar ve 6 kişilik metal dolaplar düşünüldüğünde yatmak, yemek yemek ve hatta dolaşmak için bile her kişiye bir m2 alan düşmemektedir.
Tecrit denen bu yer eskiden kilise veya manastır olan bu binanın morguymuş. Zeminin altında kalıyor. Pencereleri oldukça küçük, güneş ışığını 3-5 dakikadan fazla almayan, oldukça havasız bir yerdir. Pencerenin iki kanadından birinin çerçevesi ve camı yoktur bu kış soğuğunda.
Tuvaletinin havalandırması dışarıya değil, koğuşun içine duvarda açılan deliklerle verilmiştir. El-yüz yıkanan küçücük lavabo aynı zamanda bulaşıkların da yıkandığı tek yerdir. Kantin listesinde wc kağıdının olmaması, ortamın soğuk koşullarına uygun olmaması Hepatit-B hastalığına son derece uygun ortam hazırlamaktadır.

5- Tecrit koğuşunun havalandırma saatleri, kalanların gördüğü muamele, diğer normal koğuşlara göre, daha az ve kötüdür. Her gün gelen yeni tutuklu ve hükümlüler yemek ve çay-şeker gibi ihtiyaçlardan yoksun olarak gelmektedir. İdare yemek ve ekmek dışında başka bir ihtiyacı karşılamamaktadır. Yeni gelenlere yemek, sayı verilmemiş diye, verilmemektedir. Yemek verilse bile bu kişilerin tabak ve kaşığı olmamaktadır. Tutuklu ve hükümlüler yemek ve ekmek dışındaki her şeyi (buna tabak ve kaşık da dahil) kendileri satın almak zorunda bırakılmıştır. Geldiği gün kimsenin kantinden herhangi bir şekilde alışveriş yapması mümkün değildir. Ancak ertesi iş günü mümkün olmakta, o da bin bir zorlukla yapılabilmektedir.
Ben saat 14.00 gibi 1. iş günü Çarşamba tecrite getirildim. O gün alışveriş ve hijyen malzemelerini kantinden temin ettirilmedi. Perşembe gününden itibaren de Kurban Bayramı gerekçesiyle kantin kapalı, sonrasında hafta sonu diye kapalı, gerekçesiyle temel ihtiyaçlarımı alamadım.

6- Cezaevine konduğumda (ve hala) nevresim ve temiz battaniye, yastık verilmedi. Hiç kimseye verilmemiş. Nevresimi olanlar da kendileri getirtmiştir. Yataklar ve battaniyeler kirli ve sağlığa aykırı bir şekilde kullanılmaya devam etmektedir.

7- Dışarıdan hazırlıklı geldiğim halde birlikte getirdiğim diş fırçası-macunu gibi ambalajından açılmamış malzemelerimde bana verilmedi. 5 gün bunlardan yoksun kaldım.

8- Tecritte üç adet suntadan yapılmış derme-çatma sehpa var. Ancak bunlar üzerinde bu kadar kalabalık insanın oturup yemek yemesi mümkün değildir. Bunun için oturak da yeterli değildir. İnsanlar ya ayakta yemek zorunda, ya da sıra beklemektedir. Tuvaletin dibine kadar oturan insanlar yemek yemek zorundalar.

9-Tecrite konduğum gün şansıma boş bir yatak(ranza) bana düştü. Tam da çerçevesi ve camı olmayan pencerenin hizasındaki ranzanın üst kısmında yattım. İki gün sonra hasta oldum. Montum ve çift çorapla yatmış olsam da soğuk almayı ve bronşit olmayı engelleyemedim. İlk pazartesi günü doktora çıktım ve ilaç yazdı. Akşama alırsın dedi. Sormama rağmen, dilekçede belirtmeme rağmen alamadım.

10- Tecritte Cevat Karanfil adında belden aşağısı felçli bir tutuklu da bulunmaktadır. Başka birinin yardımı olmadan tuvalete gidememektedir. Tuvalette küçük ihtiyacını giderirken yarısı koğuşa akmaktadır. Sekiz aydır da ilk duruşma gününü beklemektedir. Kötülük sadece felçli birine yapılmamakta, onun üzerinden yansıyarak diğer insanlara da gelmektedir.

11- Cezaevine geldiğimde valizimde elbiselerimi de getirmiştim. Ütülü ve düzgün katlanmış olarak. Elbiselerim bir çöp poşetine dahi konmadan, atkımdan ve banyo havlumdan bohça yapılarak, yerden yere konduktan sonra darma dağınık olarak bana verildi. Ben ve 20-25 kişiye varan kalabalığın eşyalarını koyacağı bir dolap yoktur. Eşyalar orda burada tutulmak zorunda.

12- Türkiye genelinde olduğu gibi Tekirdağ Kapalı Cezaevi’nde de tutuklu ve hükümlü sayısı kapasitenin iki katına çıkmıştır. Burada diğer koğuşlarda durum vahimdir. 32 kişilik bir koğuşta 60-70 kişi kalmaktadır.

Bu kadar istif edilmiş insan, insanca muameleden yoksun bırakılmış insan demektir. Tutuklu ve hükümlüler arasında, onların İnfaz Koruma Memurları arasında sürtüşme ve kavgaları doğal olarak artmaktadır. Bu durum insani boyutu aşmanın ötesinde tutuklu ve hükümlüleri isyan boyutuna sürükleyecek olan bir tehlikeyi içinde barındırmaktadır. Bu durumun sorumlusu sistemdir, hükümettir, devlet adına yetkili diğer kimselerdir.
18 milyon insan yoksulluk sınırında, 5 milyon insan açlık sınırında yaşıyor (diye haber verdi basın geçen günlerde) . küçük şeylerden dolayı insanlar birbirlerini boğazlar hale gelmişse, sorun sistemin büyük sorunu ve büyük bir toplumsal sorundur. Ceza vermenin tek yolu nerdeyse hapis cezası olarak değerlendirilmektedir.
Sadece 5-10 günlük süreyle “mal beyanı” konularında ayda 150’ye varan insan Tekirdağ kapalı Cezaevine konmaktadır. Yeteri ön soruşturma yapılmadan, savunmalar yeterli oranda alınmadan insanlar tutuklanıp hapse atılmakta ve aylarca/ yıllarca hapiste tutulmaktadır.
“Rahşan Affı” olarak bilinen şartlı salıverme d olmasa bugün hapishanelerin durumu ne olurdu? Yeni bir şartlı salıverme olmazsa ve af çıkarılmazsa birkaç ay sonra ne olacağı bekleniyor?

13- bu hapishanede ve bu koşullarda insanlar haftada bir gün banyo yapabilmektedirler. Ben geldikten 12 gün sonra ancak banyo yapabildim. Bayram diye(!) Pazar günü yapmamız gereken banyo bir sonraki pazara ertelenmişti.

14- Tek siyasi tutuklu olarak değişik suçlamalar(gasp, hırsızlık,uyuşturucu, cinayet, yaralama..vb) sebebi ve iddiasıyla tutulan insanlarla birlikte 19 Aralık’tan bu yana bir arada tutuluyorum. İdareye bir dilekçe yazarak uygun bir yere verilmeyi talep ettim. Ancak talebim “uygun yer yok” gerekçesiyle yerine getirilmedi.
Sevkim gerçekleşinceye kadar açık cezaevi kısmına veya mutfak kısmına da verilmedim. Herhangi bir sorun olması halinde, bunun sorumlusu yetkililerdir. Şu veya bu sebeple can güvenliğimin tehlikeye girmesinden zincirleme tüm yetkililer sorumludur.
Bugüne kadar ve daha ne kadar süreceği belli olmayan sevkim için bir an önce gerçekleşmemesi sonucu çektiğim eziyetin sorumlusu yetkililerdir.

15- Bunların dışında taahhütlü ve APS mektupların fişlerinin gönderene, bu arada bana verilmedi(ki talep ettim, ondan sonra verileceği belirtildi, fotokopisini aldım), okunacak Türkçe ve Almanca malzemelerin tarafıma (dilekçeme rağmen) verilmemesi, Alman meslektaşlarıma (ki Türkçe bilmiyorlar) Türkçe yazmak zorunda bırakılmam gibi başka sorunlar da vardır.

Ne ben, ne bir başkasının yaşamaması gereken hak ihlallerini yukarıda dile getirmiş bulunmaktayım. Bu ihlaller gündeme geldiği ölçüde bunları dile getirmek, haksızlığı kabullenmeksizin itirazımızı yükseltmeyi ve bunları aynı zamanda Türkiye ve yurt dışında kamuoyuna duyurmayı bir gereklilik ve görevim olarak görüyorum.

İlginize sunarım

Mehmet BAKIR (Gazeteci, hükümlü)
07-01-2008

Tekirdağ Kapalı Cezaevi
Tecrit Koğuşu